7 Ağustos 2010

İHLAS SAHİBİ OLMAK

Önemli olan süper kabiliyet, süper zeka değildir, süper ihlastır.
Beş şey vardır, kalb katılaştığı zaman onun ilacı olur:
1) Salih müslümanlarla görüşmek ve onların meclisinde bulunmak.
2) Kur’an-ı kerimi okumak.
3) Karnını doyurmayıp helalden az bir şey yemekle yetinmek.
Zira helal yemek kalbi aydınlatır.
4) Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için hazırladığı acı azabı ve
tehdidini düşünmek.
5) Kendisini Allahü teâlâya kulluk vazifesini yapmakta aciz ve
noksan görmek, bununla beraber
Allahü teâlânın lütuf ve ihsanını düşünmektir. Bu tefekkür olup,
bundan hayâ meydana gelir.
Boş oturanları Allahü teâlâ sevmez. Bir kimse boş oturursa ona
şeytan musallat olur.

19 Şubat 2009

seyyid sibgatullahı hizani


SEYYİD SİBGATULLAHI HİZANİ
Saturday, Kasım 1, 2008 • Kategori: silsile-ialiyye-alimler
http://gurbetdeyazmak.blogcu.com/rss.php































Seyyid Sıbgatullah-i Hizani hazretleri, Osmanlı âlim ve velilerinden olup, Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin talebelerindendir. 1870 yılında vefat etti. Kabri, Hizan'ın Gayda köyündedir.

Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için hususi gayret sarf etti. Çok zeki olan Seyyid Sıbgatullah, kısa zamanda kelâm, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri tahsil etti. Zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid’atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alaka duydu. Birçok âlim ve veli zatın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddin Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazifeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyazetler ve mücahedeler çekti. Yani nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihayet bir gün hocası ona; "Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin" buyurdu. Seyyid Muhyiddin vefat edince, Şeyh Halid-i Cezri'ye gitti. Bu mübarek zatın vefatına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Taha'nın, Molla Murad Hurusi'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Taha-i Hakkari'nin şerefli hizmetine koşup, hakiki ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici buldu. Seyyid Taha hazretleri, Resulullah efendimizden mürşidleri vasıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Mürşidi Seyyid Taha hazretleri vefat edince, onun yerine geçen Seyyid Salih hazretlerinin sohbetine devam etti. Seyyid Taha'nın huzurunda kemal ve ikmal mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizan ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dinin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.

Buyururdu ki:
"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikamet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günahtır. Muhabbet, ihlaslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması manevi felaket alametidir."

Evliyanın hallerini anlatmak ve dinlemek hususunda buyurdu ki:
"Evliyanın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshab-ı kiramın menkıbeleri imanı kuvvetlendirir, günahları mahveder."

Seyyid Taha hazretleri kendisine yazdığı mektupta; "Talebenin hocasına ihlas ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sahibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekavet alametidir" diye yazdı. Bu mektuptaki mana o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.

Vefat etmeden önce buyurdu ki:
"Maksat, İslamiyet'in bildirdiği yönde istikamet üzere olmaktır. Bid’atten ve İslamiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslamiyet’e uymak demektir. İslamiyet’e uymadan vilayete, yani veliliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istiğfar ediniz. İslamiyet’in bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz."

Seyyid Fehim Arvasi

SEYYİD FEHİMİ ARVASİ
Saturday, Kasım 1, 2008 • Kategori: silsile-ialiyye-alimler
http://gurbetdeyazmak.blogcu.com/rss.php







Fehim-i Arvasi hazretleri, Doğu Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzüçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvasi" denmekle meşhur olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamid Arvasi'dir. 1825 yılında Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. 1895’de aynı köyde vefat etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.

Temiz ve asil ailesi Anadolu'nun doğu vilayetlerinin ilim, irfan ve güzel ahlak vasıflarının timsali (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazilet örneği olan dedeleri Kâdiri ve Çeşti yollarına mensup idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idaresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamid Efendiyi kaybetti. Annesi Seyyide Emine Hanım, zahide, takva ve vera sahibi saliha bir hanım idi. Pek çok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.

Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehim, kısa zamanda Kur'an-ı kerimi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mir Hasan Veli Medresesinde temel dini bilgileri ve Arabi âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsiline ara verdi.

Sonra Cizre'ye gidip Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin halifelerinden Şeyh Hâlid-i Cezeri'nin ders halkasına dahil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dini ilimleri ve zamanın fen bilgilerini öğrendi.

Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsili ile meşgul olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin talebelerinden Şeyh Salih Sibki hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük veli Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri de Nehri'den Van'a gelmişti. Seyyid Taha hazretlerinin en seçkin eshabından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Taha'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet, diploma ve hilafet aldı. Van valisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyyid Taha hazretleri uygun görürlerse burada kalırım" buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Taha hazretlerine arz edince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dun-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden malumata göre sizin sülalenizden, yani Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [Seyyid Fehimi kasdediyor] vasıtasıyla, Van'ın irşadı geçici olarak mümkündür" buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri; "O zat amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsili ile meşgul, ilim ve irfanla meşhurdur" dedi. Seyyid Taha; "Bir başka gelişinde o zatı muhakkak bana getir" diye emir buyurdu.

Seyyid Sıbgatullah, hocasını ikinci defa ziyarete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvasi'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamanı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid Sıbgatullah ve yanındakiler Seyyid Taha hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldığını görüp, Seyyid Taha hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Taha hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münasip gördü ve; "O burada kalsın" buyurdu. Seyyid Taha'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemale geldi. Seyyid Taha hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesafeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı" buyurdu.

Seyyid Taha hazretleri bir gün Câmi-i Şerifin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işaret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekisin, ilme istekli ve kabiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz" diye arz edince, kendi kitabını hediye etti. Muş'un Bulanık kazasının Âbiri köyünde Molla Resul Sibki ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzurundan ayrılırken; "Sen zeki ve tetkik edici bir ilim tâlibisin. Suallerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin takibi esnasında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim" buyurdu.

Hocasının elini öpüp duasını alan Seyyid Fehim Arvasi, Mutavvel okumak üzere zamanın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resul Sibki'nin huzuruna vardı. Molla Resul; "Ben Arvas ailesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta Molla Resul Zeki'den okudum. O aileden gelen bu zatta zeka eseri göremiyorum. Hayret o ailenin fertleri çok zeki olurlardı" dedi. Seyyid Fehim Arvasi, Molla Resul'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Taha hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnasında sual sormamaya dikkat ediyordu. Hatta Molla Resul, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan sual sormuyor. Zekasız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zatın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok sual sorar, hocalar ona cevap vermekten aciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse sual sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kabiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim" diye arz etti.

Bir gün Molla Resul'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım" dedi. Molla Resul tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvasi yine anlayamadığını söyledi. Molla Resul cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım" dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resul de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resul oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Taha hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla" sözünü hatırladı. Molla Resul dersi mütâlaa etmekle meşgulken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini gözünün önüne getirdi.

Seyyid Taha elinde bir kitap ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Taha hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resul'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resul'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resul bunu işitince; "Mana şimdi anlaşıldı" dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resul; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mana düzeldi" dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resul; "İmandan sonra küfür yoktur" diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehri'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Taha hazretleri; "Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor" buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen Molla Resul de Seyyid Taha hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzurunda manevi olgunluğa erişip, zahiri ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Taha hazretleri Molla Resul'e hilafet vererek insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi.

Hocası ve mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Taha hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nur saçan feyizlerinden istifadeye çalışırdı. Hatta bir defasında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübarek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübarek vücudunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Taha hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Taha hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanaatime göre bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcani hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifadem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Taha hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihanı aydınlatacak manevi nurları ihsan etti. Elini tutarak beraber mescide gittiler.

Seyyid Taha hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim, büyük bir veli oldu. Mutlak hilafetle şereflenme zamanı gelince, üstadı Seyyid Taha onu huzuruna çağırdı ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünya ve ahirette saadete, kurtuluşa kavuşmalarına vesile olmakla vazifelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; "Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam. Hem de buna layık değilim" deyip çekingen davrandı. Seyyid Taha hazretleri; "Bu bir emr-i ihtiyari, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zaruri olup, mecburi iştir" buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzuruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; "Bu ihlas ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtina ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilafetiniz, Resul-i ekrem efendimiz tarafından tasdik buyurulmuş ve bütün sâdât-ı kiram büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabul etmek mecburiyetindesiniz" buyurdu.

Kanaat, tevekkül, zühd, muhabbet, rıza ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Taha'yı gördüm, tarikat ve hakikatin ne olduğunu öğrendim" buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden imar ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, ehl-i sünnet itikadını, eshab-ı kiramın yolunu anlatarak insanların saadetine çalıştı. İslamiyet’in emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazifesine devam etti. Her zaman afet kabul ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübra adlı eseri okuturdu. Ondan ilim tahsil edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reisü'l-müderrisin unvanıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve marifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehri'ye gelerek, ziyaret ederdi. Vefatından sonra, yerine geçen biraderi Seyyid Muhammed Salih hazretlerini de ziyaret edip, sohbetlerinde bulundu. Zira Seyyid Muhammed Salih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstadıydı.

Üstadının vefatından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazilette iyice meşhur oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi. Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyadan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesile oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünni kalmasını, bâtıl fırkaların yöreye girmemesini temin ederek, milli birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezid Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.

Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerinin vefatından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defa Van'a teşrif ederek halka İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyada ve ahirette saadete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vaaz ve sohbetleriyle Van halkının İslamiyet’e bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyada Van, ahirette iman" sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamanın valisi, askeri ve mülki erkanı onu ziyaret ederek, sohbetlerinden istifade ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddi ve manevi bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Taha'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış bir zatın vasıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür" sözünün hükmü keramet olarak ortaya çıkmıştı.

İlim, fazilet ve güzel ahlakta zamanının bir tanesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslamiyet’in emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka camide cemaatle kılarlardı. Onun en büyük kerameti, İslamiyet’in emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazifesini devam ettirecek olan Seyyid Abdülhakim gibi âlim ve veli bir zatı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pek çok kerametleri görülmüştür.

Seyyid Fehim hazretleri bir defasında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bazılarının hatırına; "Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acaba neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de hayâ ederler" buyurdu. Kerameti ile papazın sihrini bozdu.

Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necati Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazasına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazanın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyarete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necati Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnasında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir manevi havaya girdiler. Mustafa Necati Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyaret ettiler.

Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necati Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarikat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabul edelim" buyurdu. Mustafa Necati Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ veli kullarına kerametle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzuruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necati Bey bu durum keyfi değil, zaruridir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zaruri kalırsam içerim, diye bıraktım" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zaruret olmaz" buyurdular. Mustafa Necati Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necati Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamamen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşayıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zat gibi olgun bir fert görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshab-ı kiramı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilm, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim" diye anlatır ve ağlardı.

Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Taha-yı Hakkâri hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zaruridir. Buna layık ancak babamın halifesi Seyyid Fehim hazretleridir" diye düşünerek onları beraber götürmek üzere Van'a davet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstadım birlikte hacca gidelim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyan edip; "Mali ve bedeni durumum müsait değildir" buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana aittir. Bedeni durumunuzla ilgili olarak Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin Divan'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Divan'ın bazı sayfalarını açtıkları zaman Medine-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamanın padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, kendilerini saraya davet etti. Sarayda misafir edip, ikram ve ihsanlarda bulundu.

Kendisi veli olan, âlim ve velilere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duasını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misafir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merasimle, törenle uğurladı.

Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve veliler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve faziletteki üstünlüğünü kabul ettiler.

Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.

Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.

Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.

Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.

Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyadan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahareti emsalinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddi ve manevi bütün ilimlerde derin âlim, fesahat ve belagatları harikaydı. Seyyid Abdülhakim hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'di Şirâzi'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve izah buyurdular. Bir miktarını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir miktar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülasa hakikat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrak edemedi.

Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyasında Resulullah efendimizi gördü. Resulullah efendimiz ona; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakim Efendinin terbiyesine daha çok ihtimam gösterip, onu tasavvuftaki vilayet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.

Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakim Efendi, onun sohbetlerinden çok istifade etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakim bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım" diye düşündü. Sabah olunca üstadı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakim Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakim! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim" diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakim Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işaret buyurdu.

Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakim Efendiye hilafetname vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrahim ve Seyyid Taha. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok dua ettikten ve selam eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakim geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gayet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamanımızdaki usule göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadis ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevazu gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevazu göstermek, Allahü teâlâya tevazu etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."

Seyyid Abdülhakim Efendiye 1882 senesinde zâhiri ilimlerde icazet, diploma verdiği gibi, 1888 senesinde tasavvufta Nakşibendiye, Kâdiriye, Sühreverdiye, Çeştiye ve Kübreviye yollarından hilafet de verdi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Seyyid Abdülhakim'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nuru Seyyid Molla Abdülhakim! Size, sonsuz dualarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şahiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nuru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrafımızın rahatı ve selameti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalblerine selamet ihsan buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamid'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakirin dualarını bildiriniz! Taha Efendiye ve Mazhar Efendiye dua ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakirin dualarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nasturilerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselam. Duacınız günahkâr Seyyid Fehim."

Ömrünü İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefatından altı ay öncesinden itibaren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfun bulunduğu kabr-i şerifin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin imanlı olduğu takdirde bütün günahlarının affedileceğini beyan buyururlardı.

Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cuma günü hasta haliyle camiye gitti. O gün halifesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazin bir hutbe okudu. Caminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemaat bu hutbenin tesiriyle mahzun olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cuma namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakim Efendi, Seyyid Muhammed Emin Efendi, Halife Derviş ve Halife Ali adlı dört halifesini huzuruna davet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:

"Kitaplarımı Arvas Kütüphanesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyaten ilan edin. Şayet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddia ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiye yolunun yayılmasına ihtimam gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin, her sene asgari bir defa Van'a gidip halkı irşad için fakire olan emirlerini yerine getiriniz...”

Vasiyetine devam ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan haya perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslam, Abdülhamid Hanla kâimdir" buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakim Efendiye dönerek; "Cenab-ı Hak sizi muhafaza edecektir" buyurdu ve İbrahim aleyhisselamın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Ehl-i sünnet itikadının, eshab-ı kiramın yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mesul değilim. Tam tetkik etmeden fetva vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkan oldukça azimetleri esas kabul ediniz" buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabul buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibadetle meşgul oldular.

Fehim-i Arvasi hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyaret ettiler. Tedavi için doktorlar getirdiler. Vefat ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübarek vücutları secdeden mübarek başını kaldıramayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrafını kaplamış, evin etrafında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refiku'l-a'lâ" dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü ruhunu teslim etti.

Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyaret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesile edilerek yapılan dualar kabul olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sahip olmakta, hasta olanlar şifaya kavuşmaktadırlar.

Gece evden niçin ayrıldılar?
Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz" buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver" buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsan ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız" dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok razıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere dua etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lazım" buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun" dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.

Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pek çok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefat etti. Ev yetim evi oldu. Mal mirasçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helal edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mirasçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak caiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım" buyurdu. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefat etti" dediler. Hesap ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu.

Şeyhin seni öldürtmez
Van'ın Gürpınar Muhammed Pirân aşiretinden Ali isminde bir zat gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zatı öldürmek üzere silahına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zat; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünya düşüncelerinden sıyrıldım" diyerek, hasmını ikna etmeye çalıştı. Fakat silahlı kimse onu dinlemeyip silahının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silahlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez" diyerek ayrılıp gitti.

Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerini ziyaret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyaret esnasında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın" buyurup fişekleri sahibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sahibine götürüp verdi. Hadise sırasında zaten hayret içinde kalmış olan silahlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tevbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.

<_script /><_script /><_script /><_script />

Yorum (1) Yorum yaz! Arkadaşına Gönder!

1 yorum yazılmıştır

Yazan:isimsiz | Tarih: 28/8/2008
Konu: ARVASILERIN SOYLARI



ARVASILERIN ŞECERELERİ
1. ADEM Aleyhisselam, (safiyullah)
2. ŞİS (ŞİT) Aleyhisselam,
3. Enuş,
4. Kiban,
5. Muhlail,
6. Yerd,
7. Ahnuh,
8. Metuşleh,
9. Lemk,
10 NUH Aleyhisselam, (Neciyullah)
11. Sam,
12. Erfehşad,
13. Şalih,
14. Ayber,
15. Falih,
16. Rağu,
17. Şaruh,
18. Nahur,
19.Taruh,
(İbrahim aleyhisselamın babası budur.
Azer isimli nasipsiz amcası idi ve kâfir idi)
20. İBRAHİM Aleyhisselam, (Halilullah)
21. İSMAİL Aleyhisselam,
22. Sabit,
23. Kahtan,
24. Ya'rib,
25. Yeşceb,
26. Yerh,
27. Nahur,
28. Makum,
29. Add,
30. Aded,
31. Adnan,
32. Me'ad,
33. Nizar,
34. Mudar,
35. İlyas,
36. Mudrike,
37. Huzeyme,
38. Kinane,
39. Nadr,
40. Malik,
41. Fihr,
42. Galip,
43. Lüvey,
44. Ka'b,
45. Mürre,
46. Kilab,
47. Kusay,
48. Abdimenaf,
49. Haşim,
50. Abdulmuttalib,
51. Abdullah
ve (alemlerin efendisi, gelmişlerin ve
geleceklerin en üstünü, rahmeten lil alemin)
52. MUHAMMED ALEYHİSSELAM,
1. Hazreti Fatıma (dolayısı ile Hazreti Ali)
2. Hazreti Hüseyin (radıyallahü anhüm)
3. İmam-ı Zeynelabidin
4. Muhammed Bakır
5. Cafer-i Sadık
(Annesi Ümmi Ferve binti Muhammed bin Ebubekr-i Sıddık olduğundan, Arvasiler, anne tarafından Ebubekr-i Sıddık Radıyallahu teala anh efendimizin torunu olma şerefi ile de zinetlenmişler. Her şey Allahtan. Allah-u tealaya sayısız nimetleri için sonsuz hamd-ü senalar ve şükürler olsun)
6. İmam-i Musa Kâzım
7. İmam-ı Ali Rıza
8. Musa
9. Ali Cevad
10. Muhammed
11. Ali
12. Hasan
13. Muhammed
14. Hasan
15. Abdullah
16. Mehdi
17. Murad
18. İsmail
19. Ahmed
20. Ma'ad
21. Nizar
22. Abdulaziz
23. Mansur
24. Ebu Abdullah
25. Hasan Tahir
26. Hacı Kasım
27.Abdullah
28. Haydar
29. Cemalüddin (Alimüddin, Abdulkadir-i Geylani
Hazretlerinin rahmetullahi aleyh dayısı)
30. Abdulcebbar
31. Hacı Kasım-i Bağdadî
32. Abdulvehhab
33. Abdulaziz
34. İzeddin Abdullah
35. Hacı Kasım-i Bağdadî (Şirvanî)
36. Kutb-i Arvas Muhammed-i Veli (ARVAS Köyünün kurucusu)
37. Kemaleddin
38. Cemaleddin (Alim-i Rabbanî)
39. İbrahim
40. Muhammed Şehabeddin
41. Muhammed Veli
42. Abdullah
(Diğer oğlu Seyyid Abdurrahim Arvasi, Büyük Mütefekkir Rahmetli Seyyid Ahmed ARVASI’ nin dedesidir
43. Seyyid Abdurrahman-i Kutb-i Arvasî
(9 oğlu vardı. Üçünün nesli yok. Diğer evlatları uzun uzun ayrıca anlatılacaktır. Seyyid Fehim Arvasi kutb-i faik, Seyyid Sibğatullah gavs-i Hizani ve Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri -kaddesellahu esrarehumül aziz- kolları ve muhterem evlatları ile şerefli torunları ayrıca sitemizde anlatılacaktır.)
44. Abdullah (Arvas’ta müderris idi. Orada medfundur)
45. Abdulcelil-i veli
(Gavsi Hizanî Seyyid Sıbğatullah-i Arvasi hazretlerinin kayın pederi)
46. Abdullah
47. Halid
48. Abdulcelil
49. Zeynelabidin
(kardeşleri Hikmetullah ve Abdulmenaf)
***Rahmetullahi aleyhim ecmain) **********
50. Mehmet Salih Arvas
- Bu sitenin sahibi- www.mehmetsaliharvas.tr.gg
(Abisi Muhsin, kardeşi Mehmed Şerif)
51. Ömer ile Muhammed Arif. (Kızkardeşleri Rabia ile Nefise hanımlar)
**************************
Kaynaklar:
1. Ehl-i Beyt ve Bazı Secereler. S. Koku.1988.
2. Evliyalar Ansiklopedisi cild bir sayfa 198-199
3. İslam Alimleri Ansiklopedisi
4. Eshab-i Kiram. H. Hilmi Işık.
5. Devlet arşivlerinden alınan 32 sayfalık secere. Bu belge Osmanlıca orijinali ile sitede yayınlanacaktır.
6. Arvasın Kurucusu (banisi) Muhammed Kutup ve Mubarek Nesli. Prof Dr. Seyyid Battal Arvasi. Ank. Üniv. Dil Tarih C. Fak. Öğretim üyesi. 2008.
7. O ve Ben. N. Fazıl Kısakürek


Cevap :

Allahü Azimüşşan şefaatlerine nail eylesin , bizleri yollarından ayırmasın.Daim doğru yolda bulundursun.Amin.

Düzenleyen evliyaullah gün: 22/10/2008 saat: 21:34

seyyid abdülhakim arvasi


EHLİ BEYTİ SEVMEK FARZDIR




SEYYİD ABDÜLHAKİM ARVASİ
Saturday, Kasım 1, 2008 • Kategori: silsile-ialiyye-alimler

http://evliyaullah.blogcu.com/seyyid-abdulhakim-i-arvasi-kuddisesirruh_2224761.html








Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Silsile-i aliyyenin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.

Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.

İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, şeriat sahibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”

Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurmuştu.

Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü:
Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu.

Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.

Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı.

Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.

1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.

Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.

Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.

Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.

Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.

Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir.

25 yıl önceki rüyadaki şahıs
Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı
Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
"Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı.

Yavaşça:
"Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı.

Sultanın dua ve yardım istemesi
Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:
Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep oldum.

Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:
Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir" deyip birini bana verdiler.

Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:
"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.

Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.

Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.

Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:
"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:
"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."

"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."

"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."

"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."

"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."

"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.

Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."

"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."

"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."

"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."

"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."

"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."

"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."

"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."

"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."

“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."

"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”

"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”

“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”

“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”

“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”

“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”

“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”

“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”

“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”

“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”

Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.

Talebelerinden Hafız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

Necib Fazıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.

Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.

Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.

Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.
Yorum (3) Yorum yaz! Arkadaşına Gönder!
3 yorum yazılmıştır
Yazan:MELİKE | Tarih: 19/7/2007
Konu: Allahü Teala Sizden Razı Olsun


Bu güzel bilgileri burada bizlere sunmuşsunuz.
Ne mutlu sizlere ve bu yazıları okuyanlara...
Bağlantı » »
Yazan:gurbetdeyazmak | Tarih: 29/4/2007
Konu: OKUDUM FAYDALANDIM


Allahü teala razı olsun. Bu güzel siteyi hazırlayanları allahü teala iki cihanda aziz etsin....
Bağlantı » »
Yazan:isimsiz | Tarih: 22/4/2007
Konu: Alimlere Hürmet


Alimlere hürmet eden, sevgili peygamberimize de hürmet etmiş gibidir. Çünkü alimler bu dünyada sadece Allahü Teala rızası ve Peygamber sevgisini bize anlatmışlardır. Allahü Teala sizlerden razı olsun. Hizmetlerinizin karşılığını her iki cihanda versin inşaallah.

HÜSEYİN HİLMİ IŞIK


HÜSEYİN HİLMİ IŞIK ...
Saturday, Kasım 1, 2008 • Kategori: silsile-ialiyye-alimler


Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" 26 Ekim 2001 (H. 9 Şabân 1422)'de vefât etti.
(Allahü Teala bizleri şefaatine nail eylesin. Amin. )


Vefatı:

Eyüp Camiinde kılınan cenaze namazına binlerce insan katıldı. Eyüp Sultan'da toprağa verildi.
Hüseyin Hilmi Işık'ın, bir kızı, bir oğlu olup, oğlu Abdülhakim Bey babasından yedi ay önce Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Damadı İhlas Holding'in sahibi Enver Ören, torunu A. Mücahid Ören'dir. Bir torunu da Abdülhakim Bey'in oğlu Ferruh Işık Bey'dir.



Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", hayatı boyunca insanlarla iyi geçinmeyi, güzel ahlâk sahibi olmayı tavsiye etti. Fitne çıkarmaktan her zaman çok sakındı ve sevenlerine de bu hususta hep ikazda bulundu. Güler yüzlü olmayı, güzel ve temiz giyinmeyi tavsiye etti. Bu zamanda İslamiyete hizmetin bu şekilde yapılacağını söylerdi. Politikaya asla karışmadı. Siyaset adamları ile görüşmekten kaçındı. Yetiştirdiği binlerce öğrencisi ülkeye hep faydalı hizmetlerde bulunmuşlardır. "Ehl-i Sünnet o kimsedir ki, bir yerde bir saat kalsa, orada hayırlı bir iz bırakır" derdi.

Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" son derece vefakâr idi. Ecdadımıza büyük hürmeti vardı. İslam âlimleri ve Osmanlılara, vefa borcu olduğuna inanır ve onları büyük bir muhabbetle severdi. "Osmanlılar olmasaydı, biz şimdi Müslüman ve Ehli sünnet olamazdık" derdi. Hocası Seyyid Abdülhakim Efendinin talebeleri ve aile efradına hürmet ve ihsanlarda bulunmayı bir vefa vecibesi addederdi. Seyyidlere büyük hürmeti vardı. Ömrü boyunca, onlara hizmet etmeyi, onların sıkıntılarını gidermeyi maddî ve manevî destek vermeyi kendine önemli bir vazife bildi.
"En büyük keramet istikamet üzere olmaktır" buyururdu. Namazı ve diğer ibadetleri birinci vazife olarak görür, altını çize çize "Namaza mani olan işte hayır yoktur", derdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" dine zararı olmayan şeylere üzülmezdi. Çocukların yaramazlıklarını tabii görürdü. Ama onlara dinlerini öğretmekte gevşek davranılmasını hoş görmezdi. Şahsî malı, serveti yoktu. Çok çalışkandı. Nesi varsa, kitaplara ve kitapların dünyaya yayılmasına harcadı.

Hakikî bir tevazuya sahip idi. Kendisini asla başkalarından üstün görmez, sevenlerine "Benim günahım hepinizden çoktur, çünkü ben hepinizden daha yaşlıyım" derdi. Evine gelen misafirlere lâyıkıyla hizmet ederdi. Evinin alış verişini bizzat yapar, odununu ve kömürünü kendi alır, fatura ve vergilerini kendisi yatırırdı.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", ailesinden Osmanlı terbiyesi, Seyyid Abdülhakîm Efendiden de tasavvuf edebi almış idi. Kendisinden büyüklerin yanında konuşmaz, kimse ile münâkaşa etmez, edebi gözetir, ekseriyâ iki dizi üzerine oturur, bağdaş kurmayı bile edeb dışı görürdü. Bursa'da eski müderrislerden Ali Haydar Efendiyi ziyaretinde saatlerce iki dizi üzerinde oturunca, Ali Haydar Efendi talebelerine, "Hilmi Beyden edeb öğrenin edeb!" demişti.

Okula Başlaması

Hüseyin Hilmi Işık efendi (rahmetullahi aleyh) son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamıdır. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi kullanmıştır. 8 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrahim Pehlivan Plevne’nin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca kasabasından idiler. Babası Said Efendi, Doksanüç Harbi denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelip, Eyyûp Vezirtekke’ye yerleşti. Said Efendi 1929 senesinde vefât etti. Eyüp Sultân kabristânında medfûndur. Annesi Âişe Hanım, 1954’te Ankara’da vefât etti. Bağlum mezarlığındadır.

Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında iken, Eyyüb sultan Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye Numune Mektebi'ni birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi.

Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi.

Lisede okurken, mukaddesâtına saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradı. Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğu, namaz kıldığı arkadaşları iftirâlara aldanarak, ibâdetten vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek O kalmıştı. Yalnız kalmak, onu çok üzdü. 1929 senesinde, lise son sınıfta, on sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi, okulda yatmışlardı. Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde, îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın, yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı, Haliç’in ışıklı dalgaları, sanki ona, “üzülme, sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye yalvardı. Allahü teâlâ, bu mâsum ve hâlis duâsını kabul buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi “rahmetullahi aleyh”, önce rüyâda, sonra câmide karşısına çıktı ve onu kendine çekti.
Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşması

Bir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd Câmiine gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr, içerde oturmuş, önündeki bir kitaptan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) konusunu işliyordu. Hiç bilmediği, çok merâk ettiği şeylerdi. O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, "Bu kitâp, Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyem olsun" diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı.

Hoca efendi, kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu nereden anlamıştı? Kitâbı alınca, câminin boş yerine koşup namazını kıldı. Kitâbın kapağında "Râbıta-i Şerîfe" ve altında "Abdülhakîm" yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu, Cuma günleri, Eyüp Câmii'nde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi. Büyük câmiide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. "O, başka câmide imâmdır. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler" dediler. Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu, bir kitâpçı sergisinin yanında duruyor gördü.

Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı, câminin yan tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. Hüseyin Hilmi Efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid Abdülhakîm Efendi'den hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, herbiri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini, her şeyi unutmuştu. Kalbinde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendi'yi mest etmişti. "Fenâ" denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen nimet, sanki bir derste hâsıl olmuştu.

Ne yazık ki, bir saat geçmiş, ders bitmişti. Bu bir saat, Hüseyin Hilmi Efendiye bir an gibi gelmiş, rüyâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıdaki kalabalığa karışmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken, birisi eğilip, kulağına, "Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!" dedi. Bu sesin sahibi, Seyyid Abdülhakîm Efendi idi.

O gece, Hilmi Efendi, rüyâsında; bulutsuz, parlak mâvi bir semâ gördü. Etrâfı, câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş, burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başını kaldırıp bakınca, Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördü. Heyecanla uyandı. Birkaç gün sonra, yine rüyâsında; Hazret-i Hâlid'in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördü. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken uyandı.

Artık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. Bâzan sabâh namazından önce gelip, yatsıdan sonra, istemeye istemeye zorla ayrılıyordu. Hatta herşeyi unutup, yeniden görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Abdülhakîm Efendi'den hiç ayrılmıyor, hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpındığı gibi, tatil günlerinde, boş kaldığı zamanlarda da, hep oraya gidiyordu. Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Abdülhakîm efendi ona önce Türkçe kitaplar, birkaç ay sonra, Arabî ve Farisî okuttu. Emsile, Avâmil, Simâ'î masdarlar. Emâlî kasîdesi, Mevlânâ Hâlid Dîvânı, İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti.

Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin Hüseyin Hilmi Efendiye ilk verdiği vazîfe, İmâm-ı Begavî'nin "Kazâ-kader" hakkındaki, birkaç satırının Arabî'den Türkçeye tercümesi oldu. Tercümeyi, yaparak, ertesi gün hocasına götürünce, "Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır)


Tıb Fakültesinden eczacılığa geçmesi ve yeni bir buluşu

Hüseyin Hilmi Efendi, tıbbiye mektebinde ikinci sınıfa birincilikle geçti. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. O hafta Eyüp'e gitti. Abdülhakîm Efendi ile bahçede başbaşa otururlarken, "Sen doktor olma. Eczâcılığa naklet! Çok iyi olur" buyurdu. Hilmi Efendi, "Ben sınıfın birincisiyim. Eczâcılığa geçmek için izin vermezler" deyince: "Sen istida (dilekçe) ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder" buyurdu. Dilekçelerden, yazışmalardan sonra, Hilmi Efendi, Eczâcı mektebi ikinci sınıfına gecti. Abdülhakîm Efendi'nin emri ile, Paris'te çıkan Le Matin gazetesine abone olup, Fransızcasını ilerletti. Eczâcı mektebini ve sonra Gülhâne Hastahânesi'nde bir senelik stajını hep birincilikle bitirip, ilk önce, üsteğmen olarak askerî tıbbiye mektebine müzâkereci tâyin edildi.

Bu arada yine hocasının emriyle Kimyâ Yüksek Mühendisliği'ni okumaya başladı. Von Mises'den yüksek matematik, Prager'den mekanik, Dember'den fizik, Goss'dan teknik kimyâ okudu. Kimyâ profesörü Arndt'ın yanında çalıştı. Takdîrlerini kazandı. Arndt'ın yanında altı ay travay yapıp, (Phenyl-cyan-nitromethan'ın nitron-esteri) cisminin sentezini yaptı ve formülünü tesbit etti.

Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı, fen fakültesi mecmûasında ve Almanya'da çıkan "Zentral Blatt" kimyâ kitâbının 1937 târîh ve 2519 sayısında (H. Hilmi Işık) isminde yazılıdır.

Hüseyin Hilmi Işık efendi, 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiye'de ilk kimyâ yüksek mühendisi olduğu, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara, Mamak'ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada on bir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı. Onlardan Almanca da öğrendi. Harp gazları mütehassısı oldu. Başarılı hizmetler gördü.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", her fırsatta İstanbul'a giderdi. Bu ziyâretleri güçleşince mektup yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm Efendi, cevaben bir mektupta şöyle yazmıştır: "Pekçok sevilen Hilmi ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil'in tercümesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmil'in bir şerhi, bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibâriyle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz."

Başka bir mektupta, "Hilmi, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükrettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli telîf edilmiş olmayan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî kitâbını okuyup bâzısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!..."

Hüseyin Hilmi Işık efendi, Mamak'ta iken, İmâm-ı Rabbânî'nin ve oğlu Muhammed Masûm'un üçer cild Mektûbât'ının Müstekımzâde tarafından yapılan Türkçe tercümelerini birkaç kere okuyarak, bu altı cild kitâptan, harf sırası ile özet çıkardı. Üç bin sekiz yüz kırk altı madde hâlinde meydâna gelen bu özeti, İstanbul'a gelince Seyyid Abdülhakîm Efendiye okudu. Hepsini, dikkatle dinledi, çok beğendi. Bu bir kitâp olmuş. İsmini "Kıymetsiz Yazılar" koy, buyurdu. Hüseyin Hilmi Işık efendinin şaşırdığını görünce, "Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?" dedi. (Bu kitap, Hakikat kitabevi tarafından bastırılmıştır)
Evlenmesi
1940 senesinde, Abdülhakîm Efendinin tavassutu ile Karamürsel Kumaş Fabrikası Müdürü Ziya Beyin kızı Nefise Siret Hanım ile evlendi. Belediye kaydını müteakip, nikahı, Hanefî ve Şâfi'î mezheblerine göre Abdülhakîm Efendi kıydı. Düğün yemeğinde Hilmi Işık'ı yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisine duâ etti ve zevcesine teveccüh buyurarak, "Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin" dedi. Böylece Hüseyin Işık'ı manevi oğulluğa kabul ettiği anlaşıldı.
Hocasının vefatı
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", 1943 senesi sonbahârında Ankara, Hamamönü'ndeki evinde otururken, Abdülhakîm Efendinin yeğeni Fârûk Beyin oğlu avukat Nevzâd Işık gelip, "Hilmi ağabey! Efendi babam seni istiyor" dedi. Şaşırdı. Efendi hazretlerinin Ankara'da ne işi olabilirdi? Birlikte, Fârûk Beyin Hâcı Bayram'daki evine geldiler. Abdülhakim Efendinin Ankara'da mecburi ikamete tâbi tutulduğunu öğrendi. Yorgunluktan çok zayıf, hâlsiz oturmakta olduğunu gördü. Hilmi Işık, her akşam gelip, koluna girer ve yatak odasına geçirdikten sonra, üstünü örtüp, yüksek sesle "Kul-e'ûzü"leri okuduktan sonra ayrılırdı. Gündüzleri, ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, az sonra giderlerdi. Hilmi Işık'ı her zaman yatağının içine oturtur, hafîfçe bir şeyler söylerdi. Yirmi gün sonra burada vefat etti. Bağlum'da defnedilirken, oğlu Ahmed Mekkî Efendinin emri ile, Hilmi Işık kabre girip, dînî vazifeleri yaptı. Yine Mekki Efendi, "Babam, Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmi okusun!" buyurdu ve bu şerefli vazîfeyi de Hilmi Efendi yerine getirdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", birkaç sene sonra, İstanbul'da yazdırdığı mermer taşı Bağlum'daki kabre koydurdu. Van'da Seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taş yazdırdı. İstanbul'da Abdülfettâh Akri ve Muhammed Emîn Tokâdî'nin kabirlerini de tamîr ettirdi. 1971'de Delhi, Diyobend, Serhend ve sonra Karaşi'yi ziyâret etti; Panipüt şehrinde, Senâullah Dehlevî hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın zevcesinin kabirlerini tamir ettirerek her iki kabrin muhâfazasını temin etti.

Hüseyin Hilmi Işık, ilim güneşi Abdülhakîm Efendinin vefatlarından sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköy Müftîsi, fazîletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldu. Büyük bir şefkat ve mahâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilimlerini tâlim buyurup kendisini, 27 Ramazân-ı mübârek 1953 (H.1373) pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse mezun eyledi.
Öğretmenlik hayatı
Hüseyin Hilmi Işık, 1947'de Bursa Askerî Lisesi'nde kimyâ muallimi, sonra öğretim müdürü oldu. Kuleli ve Erzincan askerî liselerinde uzun seneler kimyâ okutarak yüzlerce subaya hocalık yaptı. 1960'da emekli olduktan sonra, Vefâ Lisesi'nde, Fatih imâm hatîp okulunda, Cağaloğlu ve Bakırköy sanat enstitülerinde matematik ve kimyâ hocalığı yapıp çok sayıda îmânlı genç yetiştirdi.
1962 senesinde Yeşilköy'de Merkez Eczâhânesi'ni satın aldı. Sâhip ve mesûl müdürü olarak, uzun seneler halkın sıhhatine hizmet etti.
"Seâdet-i Ebediyye" yi yazması
HüseyinHilmi Işık "rahmetullahi aleyh", 1956 senesinde "Seâdet-i Ebediyye" kitâbını neşretti. Seâdet-i Ebediyye kitâbını okuyanların teşvîki ile, ikinci kısmını da hazırladı. Bu da, 1957'de bastırıldı. Bu iki kitâp, temiz gençlikte, İslâmiyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, suâl yağmuru altında kaldı. Bu çeşitli soruları cevâplandırmak için, mûteber kitâplardan tercüme ederek yaptığı açıklamalar ve ilâvelerle, üçüncü kısmını da 1960'da bastırdı. Bu üç kitâbı, 1963'de bir araya getirip, "Tam İlmihâl" adını verdi. Devâmlı suâller sebebi ile, kitâbının her baskısına yeni ilâveler yaparak 1248 sayfalık eşsiz bir eser meydana getirdi. Eserin İngilizceye tercümesi yapıldı, "Endless Bliss" ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak bastırıldı.
Abdülhakîm-i Arvasi hazretlerinin oğlu derin âlim Ahmet Mekki Efendi, Seâdet-i Ebediyye kitâbına yazdığı takrizde şöyle söylemektedir: "Asrımızın fâdıllarından, zamânımızın bir tânesinin yazmış olduğu Seâdet-i Ebediyye kitâbına göz gezdirdim. Bu kitâpta, kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitâplarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitâpta, Ehl-i sünnet velcemâ'at itikâdına uygun olmayan hiçbir bilgi, hiçbir söz yoktur. Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunmayan, belki de, ileride bir benzeri yazılamayacak olan, bu kitâptan alınız!"
İlmi faaliyetleri
Hüseyin Hilmi Işık, 1966 senesinde İstanbul'da Işık Kitâbevi'ni, sonra da Hakîkat Kitâbevi'ni açtı. 1976 yılında, İhlâs Vakfı'nı kurdu. Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı Arabî, Fârisî yüzden fazla kitâbı dünyânın her tarafına yaydı. Bütün bu hizmetlerin, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin tasarrufları ve himmetleri ile ve İslâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", Seyyid Abdülhakîm Efendinin sohbetindeki, sözlerindeki lezzeti, başka hiçbir yerde duyamadığını söyler, "şimdi en zevkli anlarım, o tatlı günleri hâtırladığım zamanlardır" derdi. "O zamanları hâtırladıkça, hasretinden, firâk ateşinden burnumun kemikleri sızlıyor" der, şu beyti sık sık okurdu:
Zi-hicr-i dositân, hûn şüd derûn-i sîne cân-ı men,Firâk-ı hem-nişînân suht magz-ı istehân-ı men!
(Sevdiklerimden ayrı kaldığım için, göğsümde, rûhum kan ağlıyor,Birlikte oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor!)
Hüseyin Hilmi Işık, her sohbetinde İslâm âlimlerinin kitâblarından okur, İmâm-ı Rabbânî'nin ve Abdülhakîm-i Arvâsî'nin sözlerini aktarırken, gözleri yaşarırdı. "Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest" derdi. "Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür" demektir.
Vefatı
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" 26 Ekim 2001 (H. 9 Şabân 1422)'de vefât etti. Eyüp Camiinde kılınan cenaze namazına binlerce insan katıldı. Eyüp Sultan'da toprağa verildi.
Hüseyin Hilmi Işık'ın, bir kızı, bir oğlu olup, oğlu Abdülhakim Bey babasından yedi ay önce Hakk'ın rahmetine kavuştu. Damadı İhlas Holding'in sahibi Enver Ören, torunu A. Mücahid Ören'dir. Bir torunu da Abdülhakim Bey'in oğlu Ferruh Işık Bey'dir.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", hayatı boyunca insanlarla iyi geçinmeyi, güzel ahlâk sahibi olmayı tavsiye etti. Fitne çıkarmaktan her zaman çok sakındı ve sevenlerine de bu hususta hep ikazda bulundu. Güler yüzlü olmayı, güzel ve temiz giyinmeyi tavsiye etti. Bu zamanda İslamiyete hizmetin bu şekilde yapılacağını söylerdi. Politikaya asla karışmadı. Siyaset adamları ile görüşmekten kaçındı. Yetiştirdiği binlerce öğrencisi ülkeye hep faydalı hizmetlerde bulunmuşlardır. "Ehl-i Sünnet o kimsedir ki, bir yerde bir saat kalsa, orada hayırlı bir iz bırakır" derdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" son derece vefakâr idi. Ecdadımıza büyük hürmeti vardı. İslam âlimleri ve Osmanlılara, vefa borcu olduğuna inanır ve onları büyük bir muhabbetle severdi. "Osmanlılar olmasaydı, biz şimdi Müslüman ve Ehli sünnet olamazdık" derdi. Hocası Seyyid Abdülhakim Efendinin talebeleri ve aile efradına hürmet ve ihsanlarda bulunmayı bir vefa vecibesi addederdi. Seyyidlere büyük hürmeti vardı. Ömrü boyunca, onlara hizmet etmeyi, onların sıkıntılarını gidermeyi maddî ve manevî destek vermeyi kendine önemli bir vazife bildi.
"En büyük keramet istikamet üzere olmaktır" buyururdu. Namazı ve diğer ibadetleri birinci vazife olarak görür, altını çize çize "Namaza mani olan işte hayır yoktur", derdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" dine zararı olmayan şeylere üzülmezdi. Çocukların yaramazlıklarını tabii görürdü. Ama onlara dinlerini öğretmekte gevşek davranılmasını hoş görmezdi. Şahsî malı, serveti yoktu. Çok çalışkandı. Nesi varsa, kitaplara ve kitapların dünyaya yayılmasına harcadı.
Hakikî bir tevazuya sahip idi. Kendisini asla başkalarından üstün görmez, sevenlerine "Benim günahım hepinizden çoktur, çünkü ben hepinizden daha yaşlıyım" derdi. Evine gelen misafirlere lâyıkıyla hizmet ederdi. Evinin alış verişini bizzat yapar, odununu ve kömürünü kendi alır, fatura ve vergilerini kendisi yatırırdı.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", ailesinden Osmanlı terbiyesi, Seyyid Abdülhakîm Efendiden de tasavvuf edebi almış idi. Kendisinden büyüklerin yanında konuşmaz, kimse ile münâkaşa etmez, edebi gözetir, ekseriyâ iki dizi üzerine oturur, bağdaş kurmayı bile edeb dışı görürdü. Bursa'da eski müderrislerden Ali Haydar Efendiyi ziyaretinde saatlerce iki dizi üzerinde oturunca, Ali Haydar Efendi talebelerine, "Hilmi Beyden edeb öğrenin edeb!" demişti.
Güzel ahlakı
Hüseyin Hilmi Işık, çok nazik ve kibardı. Mamak Maske fabrikasında vazife yaparken, orada Cemal adında bir genç çalışıyordu. Babası Diyanette heyet-i müşavere azası Konyalı Eyüb Necati Perhiz idi. Genç evde de efendimli konuşmaya ve ibadetlerini yapmaya başlayınca babası bu değişikliğin sebebini sordu. Bizim bir kumandanımız var, çok kibar birisidir. Efendimsiz konuşmaya alışırım da onun yanında da öyle konuşurum diye korkuyorum dedi. Babası şaşırdı. Oğlu ile, Hüseyin Hilmi Efendiye, kendisini ziyaret edip teşekkür etmek üzere haber gönderdi. Hilmi Efendi "babanız yaşlıdır. Buraya gelmesi de uygun olmaz, biz ona gidelim" dedi; ve ziyaret etti.
Seâdet-i Ebediyye kitabını ilk çıkardığı sıralar, subaylara, senede bir kaç defa çift maaş verirlerdi. Çift maaşın tekini biriktirip, bu kitabı çıkarmak için harcardı.
Hüseyin Hilmi Işık'ın "rahmetullahi aleyh", sabır ve tahammülleri çok idi. İnsanlardan, bir eziyet, sıkıntı gelse katlanır, mukabele etmezdi. Yerine göre pamuktan yumuşak, ama küfre, bid'atlere ve günâha karşı da çelik gibi sert idi. Dinimizin öngördüğü derecede cesûr idi. Kitaplarında doğruyu yazmaktan kaçınmaz, "Korkulacak yalnız Allahü teâlâdır" der, ama fitne çıkmamasına da çok dikkat ederdi. Devletin kanunlarına uymada çok titiz davranırdı. Müslüman dine uyar, günah işlemez; kanunlara uyar, suç işlemez derdi. Sık sık "Vatan sevgisi imandandır" hadis-i şerîfini okurdu.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen, tıb ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden olduğu için, gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme, fenne ve tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl miyarları ile karşılaştırıp, tartarak, söylediğinden, hikmet konuşan, yâni her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan, belki eşi bir daha çok zor bulunabilecek olan bir zât idi.

Dr. Enver Ören

DR. ENVER ÖREN..
Saturday, Kasım 1, 2008 • Kategori: silsile-ialiyye-alimler
http://www.ihlasholding.com.tr

Enver Ören ( 10.02.1939)
10 Şubat 1939'da Denizli'nin Honaz nahiyesinde dünyaya gelmiştir. Ilk ve Orta tahsilini Denizli'de bitirerek Kuleli Askeri Lisesine, oradan da Istanbul Üneversitesi, Fen Fakültesi'ne girdi. 1961 yılında Lisans öğretimini başarıyla tamamladıktan sonra kazandığı NATO bursu ile, birbuçuk yıllığına mesleki çalışmalar yapmak üzere Napoli'ye gitti. Dönüşünde bir müddet öğretim görevlisi olarak üniversite de çalıştı. Anarşi ve terör olaylarının üniversitelere sıçraması ve üniversitelerde bilim yapmanın adeta imkansız hale gelmesi üzerine, 1970 yılında üniversiteden ve akademik hayattan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Birkaç idealist genç arkadaşıyla birlikte, ülke şartlarının kendilerine yüklediği misyonun gereği olarak gazeteciliğe başladı.Çıkardığı gazete önce Hakikat sonra Türkiye adını aldı. Bu olayı "ikinci doğumum" şeklinde niteleyen Dr. Enver Ören; gazetecilikle beraber iş dünyasında da saygın bir yer edindi.Halen İhlas Holding ve bağlı şirketleriyle ülke ekonomisine önemli katkılarda bulunuyor.Kendisi şu an İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanıdır.
İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Enver Ören’den güzel sözler.Genç Yöneticiler! Aşağıdaki öğütlerim kulağınıza küpe olsun.Bana göre iyi bir yönetici şöyle olmalı:1. “Ehil” olmalı.2. “Motive” edecek bir kişiliği olmalı.3. “Sevecek” bir insan olmalı.4. “Sevdirecek” bir insan olmalı.5. “Güvenecek” bir kişi olmalı.6.“Güvendirecek” bir kişiliği olmalı.7. “İdeal Ülkü Verecek” bir insan olmalı.8. “İmkan Verecek” bir kişi olmalı.9. “Tatminkar Ücret” verebilecek cömertliği olmalı.



İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Enver Ören’in sevdiği güzel sözlerden bazıları....GÜZEL SÖZLER:1. Bir işin niçin yapıldığı, nasıl yapıldığından daha önemlidir.2. Dağatıldıkça artan tek şey bilgidir. Onu esirgemeye haklı sebebiniz olamaz.3. Bir işi iyi yapmak çok yapmakla olur.4. İşinden ve eşinden memnun olan daima güler.5. Kamış boşum dedi şekerlendi! Ağaç yükseldi baltayı yedi!6. Kişiyi sorma, arkadaşını sor.7. İbadet de gizli, kabahat de.8. İki arslan bir posta sığmaz.9. İki at bir kazığa bağlanmaz.10. Bin işit, bir söyle.11. İki el bir baş içindir.12. İki karpuz bir koltuğa sığmaz.13. İki kişi “başında fes yok” derse, başını yokla.14. İki testi çarpışınca biri kırılırsa biri de çatlar.15. İnsan beşer, kuldur bazen şaşar.16. İnsanı gam, duvarı nem yıkar.17. İnsanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir.18. İnsan sözünden, hayvan yularından tutulur.19. İp inceldiği yerden kopar.20. İstediğini söyleyen, istemediğini işitir.21. İşine hor bakan, boynuna torba takar.22. İşini kış tut da yaz çıkarsa bahtına.23. İş insanın aynasıdır.24. İşin yoksa şahit ol, paran çoksa kefil ol.25. İşten artmaz, dişten artar.26. İyi evlat babayı vezir, kötü evlat rezil eder.27. İyiliğe iyilik her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişininkarı.28. İyilik eden, iyilik bulur.
Türkiye Gazetesi, Dr. Enver Ören tarafından 22 Nisan 1970 yılında yayınlanmaya başlayan günlük bir gazetedir. Türkiye Gazetesi, İhlas Holding'in bir parçasıdır ve holdingin ilk kurumudur.
Türkiye Gazetesi bindokuzyüzseksen'e değin akşam gazetesi olarak yayımlandı. Daha sonraları sabah gazetesi olarak çıktı.Bindokuzyüzseksendört'ten sonra Türkiye'de ilk kez okuyucularının adreslerine doğrudan dağıtımı gerçekleştirdi. İhlas Haber Ajansının(İHA) hizmet verdiği Türkiye Gazetesi sağ kamuoyuna seslenen en etkili gazetelerden biridir.

bkey="gurbetdeyazmak.9444fa57708748f28b5c54e758b308a1";

Kalıcı Bağlantı Yorum (1) Yorum yaz! Arkadaşına Gönder!
1 yorum yazılmıştırYazan:BRAVO Tarih: Salı, Aralık 16, 2008 Konu: ÇOK İYİ ANLATMIŞSINIZ
SAYIN ENVER ÖREN'İ ÇOK İYİ ANLATMIŞSINIZ...